Müşrikler, Bedir
Harbinde uğratıldıkları ağır mağlubiyeti bir türlü hazmedemediler.
İntikam almağa karar verdiler. Şam'dan dönen Ebû Süfyan başkanlığındaki
ticaret kervanının malları Darunnedve'ye konmuş ve Ebû Süfyan, Kureyş'in
başı olmuştu. Bedir Harbinde ölenlerin birâderleri, yakınları, Ebû
Süfyan'ın yanına gelerek; "Muhammed bizim büyüklerimizi
öldürdü. O'ndan intikamımızı almamız lazım. Bizleri öksüz bıraktı.
Şu kervanın malını tamamen bize verin ki bir ordu hazırlayıp, O'ndan
intikamımızı alalım." dediler.
Zâten, Ebû Süfyan
da, sâhipleri ölen, bu malları ne yapacağını düşünüyordu. Onların
sözüne hemen "olur!" cevabını verip hazırlık yapmalarını
söyledi. Hepsi toplanarak, Bedir harbinin bir sebebi olan bu kervanın
mallarını, ordunun hazırlığı için kullandılar ve kuvvetli bir ordu
hazırladılar.
Ebû Süfyan, Bedir'de
akrabâsı ölen birkaç kişiyi sokaklarda konuşturup, halkın hislerini
galeyana getirdi. Böylece câhiliyet gayretleri arttı. Müşriklerin
kalplerinde kin ve ihtiras ayyuka çıktı. Hazırlanan Kureyş ordusu,
hicretin üçüncü senesi Şevval ayının ilk çarşamba günü Uhud'a vardı.
Kureyş ordusu 3000 kişi idi. Orduda 3000 deve, 200 at vardı. Askerin
700'ü zırhlı idi. Ayrıca, harbe kışkırtmak üzere, bu orduya 15 kadar
kadın da katıldı.
Bu arada, Peygamberimiz'in
amcası Hz.Abbas, hâlen Mekke'de kavminin eski dîninde olup, Kureyş'in
bu yaptığı hazırlıkları Peygamber Efendimiz'e bir mektupla haber
verdi. Haberci, Rasûlü Ekrem'i Kuba yakınlarında bularak haberi
iletip, mektubu verdi. Müşriklerin durumunu O'na anlattı. Hz.Abbas
tarafından gönderildiğini söyledi. Peygamber Efendimiz mektubu aldı
ve Übeyy'ibn-i Keâb'e okuttu. Artık müşriklerin hareketini öğrendi.
Bu haberin gizli tutulması gerekirdi. Allah Rasûlü, haberi önce
Eshâbın büyükleri ile istişâre etti. Kureyş'e nasıl mukâbele edilecekti?
Peygamber Efendimiz'in
fikri Medîne'de şehir harbi yapmaktı.
Peygamber
Efendimiz'in Rü'yâsı
Peygamber Efendimiz,
cuma gecesi bir rü'yâ gördü. Sabahleyin yanına gelen Müslümanlara;
"Ben vallâhi bir rü'yâ gördüm. Hayra yordum. Rü'yamda, boğazlanmış
bir sığır, kılıncımın ağzında açılmış bir gedik, ellerimi sağlam
bir zırhın içine soktuğumu gördüm!" dedi.
"Yâ Resûlallâh,
bunları ne şekilde yordun?" diye sordular.
"Sağlam
zırh giymek, Medîne'de kalmağa işârettir. Orada kalınız. Kılıncımın
ağzında bir gedik açıldığını görmem, bir zarara uğrayacağıma işârettir.
Boğazlanmış sığır, Eshâbımın şehid düşmelerine işârettir."
buyurmuşlardı. (Peygamber Efendimiz, bu rü'yâyı yorarken, «Kılıncımın
gedilmesi, Ehli Beyt'imden bir kişinin öldürülmesidir!» de demişti.)
Peygamber Efendimiz,
gördüğü bu rü'yâdan mülhem olarak, Kureyş müşrikleri ile Medîne
dışında çarpışmağı uygun görmüyordu. İstişâre meclisinde fikirleri
sorulan Eshab'dan bâzıları ile münâfıklardan Abdullah ibn-i Übeyy'ibn-i
Selül'ün fikri de «Medîne'de kalınması, şehir harbi yapılması»
idi. Zâten, etrafı sağlam kayalarla çevrili olan Medîne şehri muhkem
bir kaleden farksız idi. Müşriklerin, Medîne'ye girmelerine imkân
olmadığı gibi, böyle bir şey düşünmelerine de imkân yoktu.
Gençlerin
Arzusu
Peygamber Efendimiz
ve Eshâbın büyüklerinden birçoğunun görüşü böyle iken, henüz gençliğinin
baharında olan gençler ise kaplarına sığmıyor ve şöyle diyorlardı:
"Yâ Resûlallâh! Biz bu günleri bekledik. Allah istediğimizi
yerine getirdi. Dışarı çıkmak ve müşriklerle savaşmak istiyoruz.
Düşmanlarımızla göğüs göğüse cenk edelim. Biz Kureyşlilerin; «Muhammed
(S.A.V) ve Sahâbesinin Medîne surlarını ve kalelerini muhâsara ettik,
hurmalıklarını çiğnedik, ekinlerini ezdik» diyerek memleketlerine
dönmelerini kat'iyyen istemeyiz. Böyle olursa kuvvetimiz kaybolur.
İnsanlar üzerimize hücum ederler".
Bedir harbinde
bulunamayan Müslümanlar ile gençler, cennetle ve şehâdetle müjdelenmek
isteyenler, müdâfaayı Medîne haricinde yapmak fikrinde israr ediyorlardı.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, gençleri kırmamak ve bütün Müslümanların
isteklerini yerine getirmek için hazırlık yapıp dışarı çıkmalarına
karar verdi.
Peygamber Efendimiz'in;
"Eğer sabrederseniz Allah size yardım edecektir."
buyurması üzerine Müslümanlar çok sevinmişlerdi. Günlerden cuma
günü olup, cuma hutbesinde cihâdın fazîletlerinden bahsetti. Sabırlı
olurlarsa, zafere nâil olacaklarını bildirdi. Cuma namazını ve ikindi
namazını kıldırdıktan sonra Hz.Ebû Bekir ve Hz.Ömer'le birlikte
evine girdi. Zırhlarını giyip, kılınçlarını taktılar. Bu da gösteriyordu
ki; cihad yapılacaktı.
Bu arada, dışarıda
harp hakkında münâkaşa ediliyordu. Useyd ibn-i Hudayr ve Sa'd ibn-i
Muaz şöyle dedi: "Siz Allah Rasûlü'nün Medîne'de kalmak
fikrini gördünüz. Fakat, hariçte müdâfaada bulunmağı istediniz.
Allah Rasûlü bunu iyi görmemekle beraber kabul etti. İşi O'na bırakmalıydınız,
O'na vahiy gelir ve işin ne şekilde sunulacağını bize bildirirdi.
Bu mevzuu Allah Rasûlü'ne yeniden götürün ve O'na tâbi olun".
Askerler, yaptıklarına
pişman olmuşlardı. Doğruca Rasûlüllah'ın bulunduğu yere geldiler.
"Ey Allâh'ın Rasûlü! Bize, Size muhâlif olmak yakışmaz,
Sen dilediğini yap. Biz sana uyarız" dediler.
Artık olan olmuştu.
Çünkü Rasûlü Ekrem silahlarını almış ve zırhını da çoktan giymişti.
Yine de onların böyle söylemesi, memnunluk uyandıran bir hareketti.
Onların bu sözlerine memnun olmakla beraber; "Hiçbir peygamber
zırhını giydikten sonra çıkarmaz." buyurdu.
Harp
İçin Medîne'den Ayrılış
Peygamber Efendimiz,
Medîne'de yerine kâim-i makam olarak Ömer ibn-i Ümmü Mektüm'ü bıraktı.
Allah Rasûlü, kıt'alara birer sancak verdi. Muhâcirlerin sancağını
Müs'ab ibn-i Umeyr'e, Evs kabîlesinin sancağını Useyd ibn-i Hudeyr'a,
Hazrec kabîlesinin sancağını Hubab ibn-i Münzir'e verdi. Atına bindi.
Ordunun başına geçti. İlk emri: "Medîne'den çıkıyoruz"
oldu.
İslam ordusu 1000
nefer ve 100 zırhlı olarak Medîne'den hareket etti. Bütün kadınlar
caddelere çıkmış, onları teşyî ediyor, ilâhilerle uğurluyorlardı.
Sa'd ibn-i Muaz ile Sa'd ibn-i Ubâde Rasûlü Ekrem'in önünde yürüyorlardı.
Maksatları, Kâinâtın Efendisi'ni korumaktı. Üzerlerindeki zırh ve
ellerindeki kılınçla, hiç kimseyi O'na yaklaştırmayacak kadar güçlü
ve azimli idiler.
Medîne ile Uhud
arası tam bir saatlik yoldu. O gün, Uhud'a gidilmeyip, Uhud ile
Medîne arasında yarım saatlik yer olan Şîheyn mevkiinde gecelendi.
Rasûlü Ekrem orduyu teftiş etti. Bir yoklama yaptı. Bu arada çarpışamayacak
yaşta küçük çocukların da geldiklerini gördü. Yaşları 13-15 arasında
bulunan onyedi genç de gelmişti. Peygamber Efendimiz, onları Medîne'ye
döndürdü ve Medîne'de çocukları ve kadınları beklemek ve korumakla
vazîfelendirdi.
Harbe
Katılmalarına İzin Verilen Küçükler
Zübeyr ibn-i Râfi;
"Yâ Rasûlallâh! Râfi ibn-i Hadic, iyi ok atıcıdır."
diyerek, O'nun ordudan ayrılmamasını istedi.
Râfi ibn-i Hadic
der ki: "Rasûlüllah'a arzolunduğum zaman ayaklarımda mestlerim
vardı. Ayağımın ucuna basarak uzun görünmeğe çalıştım. Rasûlüllah
da benim orduya katılmama müsaade etti. Bana müsaade edince, Semure
ibn-i Cündüp, üvey babası Mürey ibn-i Sinan'a; «Babacığım! Rasûlüllah,
Râfi ibn-i Hadic'e müsaade etti, beni geri çevirdi. Halbûki ben,
güreşte onu yenerdim.» dedi.
Mürey ibn-i Sinan;
«Yâ Rasûlallâh! Sen benim oğlumu geri çevirdin, Râfi ibn-i Hadic'e
müsaade ettin. Oğlum onu yener.» dedi.
Bunun üzerine Peygamber
Efendimiz; «Güreşsinler bakalım» buyurdu."
Gençler güreştiler.
Semure, Râfi'yi yendi. Hz.Peygamberimiz, onun da orduya katılmasına
müsaade etti. O zaman Semure ile Râfi 15'er yaşında idiler.
Uhud'daki
İslam Karargâhı
Peygamber Efendimiz,
Şîheyn'de derlenip toparlandığı sırada, müşrikler de Ebû Amr'ın
arâzisinin bulunduğu yere kadar harp düzeni hâlinde, yavaş yavaş
uzandılar. Peygamberimiz, Uhud'a doğru ilerleyip, köprünün bulunduğu
yere kadar geldiler. Artık Müslümanlar da müşrikler de birbirini
iyice görüyorlardı.
İslam ordusu ile
Uhud'a kadar deve kuşu gibi boynunu uzata uzata gelmiş olan Abdullah
ibn-i Ubeyy'ibn-i Selül, artık kanlı bir müsâdemenin kaçınılmaz
olduğunu görünce, Peygamber Efendimiz için; "O, rey ve görüş
sâhibi olmayan gençlerin sözünü dinledi de beni dinlemedi. Ey ahâli!
Şuracıkta biz, ne diye kendimizi öldüreceğimizi bir türlü anlayamadık."
diyerek, kavminden kuşku içinde bulunan ve kendisine uyan 300 kişi
ile birlikte oradan geri döndü.
Peygamber Efendimiz,
Uhud'da Şip vâdîsine inince, orada arkaları Uhud dağına dayalı,
yüzleri Medîne'ye karşı olmak üzere karargâhını kurdu. Ordusunu
çarpışma düzenine koymağa başladı. Solda bulunan Ayneyn tepesine
Abdullah ibn-i Cübeyr kumandasında 50 okçu yerleştirdi. Onlara;
"Ben emir vermedikçe, gâlip olsak da, mağlub olsak da kat'iyyen
yerinizden ayrılmayacaksınız. Müşrikleri hezîmete uğrattığımızı
görseniz bile yerinizi terketmeyeceksiniz. Düşmanı yenip ganîmet
toplamağa koyulduğumuzu görseniz de, sakın bize uymayınız! Kuşların
bizi kapıştıklarını görseniz de ben size adam gönderip emir vermedikçe,
sakın yerinizden ayrılmayınız. Düşman süvârisi gelirse, okla mukâbele
eder, ok atarsınız. Çünkü, at oku yiyince ilerleyemez, geri döner."
buyurdu.
Uhud'da Müslümanların
parolası «Emit, Emit (öldür, üldür)» idi.
Uhud'da
Müşriklerin Yeri
Kureyş müşrikleri,
Medîne'ye arkalarını çevirmişler, Müslümanlara karşı saf bağlamış
bulunuyorlardı. Müşriklerin sancağını, Tâlhâ ibn-i Ebî Tâlhâ tutuyordu.
Kureyş ordusunun kumandanı Ebû Süfyan idi. Diğer kumandanlar ise;
okçuların başında Abdullah ibn-i Rebia, sağ cenah kumandanı Hâlid
ibn-i Velid, sol cenah kumandanı İkrime ibn-i Ebû Cehil, fırka kumandanları
ise Saffan ibn-i Umeyye ile Amr'ibn-i As idi.
Müşriklerin parolası
«Yâ Lel Uzza ve yâ Lel Hübel» idi. Böylece putlarından medet
bekliyorlardı.
Kureyş kadınları,
ordunun arkasında Ebû Süfyan'ın karısı Hind'in başkanlığı altında
defler çalıyor, şiirler söylüyor ve orduyu harbe teşvik ediyorlardı.
Uhud
Harbine Nasıl Başlandı ve Nasıl Bitti?
İki taraf da harbe
iyice hazırdı. Bu esnâda Allâh'ın Rasûlü elinde bir kılıç olduğu
hâlde havaya kaldırarak; "Bunun hakkını kim verecek?"
buyurdu.
Kılıncın üzerinde
şu beyt yazılı idi:
"Fil'cübni
ârun Vefil'ikbâli mekremetün
Vel'mer'ü
bilcübni lâyencû mine'l-Kaderi"
(Korkaklıkta ar
ve zillet, ileri atılmakta şeref ve izzet vardır. Kişi korkaklık
ile kaderden kurtulamaz.)
Kılınca birçok
tâlib olanlar oldu ise de Peygamber Efendimiz, onlara vermedi. Ebû
Dücâne; "O kılıncın hakkı nedir, yâ Rasûlallâh?!"
diye sordu.
Peygamber Efendimiz;
"Onun hakkı eğilip bükülüp kırılıncaya kadar onu düşmana
vurmaktır. Onunla Müslüman öldürmemek, onunla kâfirlerin önünden
kaçmamaktır. Onunla Allah sana zafer, yahud şehidlik nasib edinceye
kadar Allah yolunda çarpışmaktır." dedi.
Ebû Dücâne; "Yâ
Rasûlallâh! Ben onu, hakkını yerine getirmek üzere alıyorum."
dedi.
Hz.Peygamberimiz,
elindeki kılıcı ona teslim etti. Ebû Dücâne, çok cesâretli, kahraman
bir kişi idi. Harp meydanında kurnaz davranırdı. Başına kırmızı
bir sargı sarar, halkın yanına onunla çıkarsa, çarpışmak istediği
anlaşılırdı.
Ebû Dücâne, Peygamber
Efendimiz'in elinden kılıncı alınca, başına kırmızı şalı sararak
Müslümanlar ile müşrikler arasında meydana çıkıp çalımlı çalımlı
yürümeğe, gezinmeğe başladı. Peygamberimiz, O'nun böyle kurula kurula
yürüdüğünü görünce; "Bu bir yürüyüştür ki Allah, onu, bu
yerin başkasında sevmez." buyurdu.
Ebû Dücâne, düşman
ordusunun içine öyle bir daldı ki kelleler uçuyor, önüne gelen kâfirleri
paramparça ediyordu. Ebû Dücâne, ulaşabildiği, yetişebildiği her
şeyi, yarıp yırtarak, kesip biçerek, dağın eteğinde deflerle müşrikleri
kışkırtan kadınların yanına kadar ilerledi. Kılıncı onlara kaldırmışsa
da Rasûlüllâh'ın kılıncının şerefini gözeterek, kadın kanını ona
bulaştırmak istemediğinden vurmadı, korkuttu. Kadınlar feryat ederek
kaçıştılar.
Taraflar birbirine
iyice yaklaşmışlardı. Müşriklerin Hevâzin süvârileri, İslam okçularının
korudukları geçide dalmak istedilerse de oka tutulunca, geri dönmek
zorunda kaldılar.
Müşriklerden, deve
üzerinde bir adam meydana çıkıp çarpışmak için er diledi. Bunun
üzerine, Zübeyr ibn-i Avam ona doğru vardı. Devenin üzerine sıçrayıp,
adamın boğazına sarıldı. Deve üzerinde boğuşmağa başladılar.
Peygamber Efendimiz;
"Yere, aşağı doğru düşür onu!" dedi.
Müşrik, yere düştü,
Zübeyr ibn-i Avam da üzerine çöküp onun başını kesti.
Bu defa, Kureyş
ordusunun sancaktârı Tâlhâ bîn-i Ebî Tâlhâ; "Benimle çarpışmak
için kim çıkar er meydanına" diyince,
Hz.Ali buna karşı
çıktı, Talha'yı bir hamlede yere serdi ve onların sancaklarını yere
düşürdü. Sonra, sancağı alan onun kardeşi Osman ibn-i Ebû Tâlhâ'nın
üzerine, Peygamber Efendimiz'in amcası Hz.Hamza hücum edip kılıncı
ile kolunu yaraladı. Fakat, bu defa da, sancağı Ebû Sâid ibn-i Tâlhâ
almıştı. O'nu da çok hızlı davranan Sa'd ibn-i Ebî Vakkas hakladı.
Ebû Sâid yere düşünce sancağı Nâfi ibn-i Ebî Tâlhâ aldı. Müşriklerin
sancağı durmadan el değiştirdiği hâlde, Müslümanların sancağı hâlâ
bir kişinin elinde idi. Allâhü Teâlâ gene Müslümanlara yardım ediyordu.
Müşriklerin bayrağını tutmakla vazîfeli Tâlhâ sülâlesinden başka
kimse kalmadığından, yedinci adamı da Hz.Hamza bir hamle ile katletti.
Hz.Hamza, kükremiş
bir arslan gibi düşman ordusuna girmiş; öne, sağa, sola kılıç sallayarak
müşrikleri kırıp geçiriyordu. Devamlı ilerliyordu. 31 müşrikin başını
gövdesinden ayırmıştı. O'nu gören düşman asker sürüleri önünden
savrulup kaçıyordu. Artık muhârebe bütün şiddeti ile başladı. Müşrik
ordusu erimeğe başlayıp, fena hâlde bozuldu.
Hz.Hamza'nın
Şehâdeti
Ebû Dücâne Hazretlerinin
öldürmekten yüz çevirdiği Hind, Cübeyr bîn-i Mudim'in kölesi olan
Vâşi'ye, Hz.Hamza'yı öldürdüğü takdirde bir çok vaatlerde bulundu.
Çünkü Hz.Hamza, Bedir'de Hind'in babasını ve kardeşini öldürmüş,
Uhud'da pekçok müşrik başını uçurmuştu. Hz.Hamza, Cubeyr'in amcasını
da Bedir'de öldürmüştü. Ayrıca Cübeyr, kölesine, Uhud'da Hz.Hamza'yı
öldürdüğü takdirde, kendisinin azad edilip hürriyete kavuşturulacağını
vâdetmişti.
Köle Vâşi de hürriyet
ve mal arzusuyla, bir kayanın arkasına gizlendi. Oradan Hz.Hamza'yı
gözlemeğe başladı. O sıralarda Hz.Hamza var gücüyle kılıncını savuruyor,
müşrikleri harman gibi bir yerden kaldırıp diğer tarafa ölmüş olarak
atıyordu. Hamza'nın karşısına Sibâ ibn-i Abdul Uzza'yı çıkarmışlardı.
Allâh'ın arslanının kılıncını kaldırıp indirmesiyle müşrikin de
yere düşüp ölmesi bir olmuştu.
Vâşi, bu arada
saklandığı yerden çıkıp tam arkasından mızrağını atarak Hz.Hamza'yı
sırtından vurdu. Hz.Hamza yaralandığı hâlde, hem de öldürücü yara
aldığı halde yıkılmak nedir bilmiyordu. Önüne gelen müşrikleri temizlerken
Kelime-i Şehâdet getiriyordu. Böylece Uhud'da hem şehîd, hem de
şehidlerin reîsi oldu.
Nihâyet harp iyice
kızışmıştı, Müslümanlar güçlerinin üstünde bir tâkatla harbediyorlardı.
Sabırla cihâda devam ederek, müşrikleri bozguna uğrattılar. 3000
kişilik müşrik ordusu, 700 kişilik orduyu yenememişti, kaçmağa başladılar.
Peygamberimiz,
düşman süvârisine karşı koyacak süvârisi yokken ordusunu öyle tertip
etmişti ki; düşman süvârisinin hücum edebileceği sadece bir yer
kalmıştı. Orayı da okçularla kapatmıştı. Abdullah ibn-i Cübeyr kumandasında
50 okçuyu oraya yerleştirmiş, "Düşman süvârisi buradan hücum
edecek olursa ok atarsınız. At oku yiyince geri döner. Ben emir
vermedikçe gâlip olsak da, mağlup olsak da buradan aslâ ayrılmayınız"
diye sıkı sıkıya tembih etmişti.
Fakat, ilk anda
düşman ordusunun bozguna uğratılmasından, zaferin kazanıldığını,
harbin bittiğini zannederek okçuların çoğu yerinden çıkıp, ganîmet
toplamak üzere gidiverdiler. Her ne kadar kumandanları «sakın ayrılmayın»
demişse de harp bitti diye, dinlemediler. Kumandanları Abdullah
ibn-i Cübeyr on kişiyle kaldı. Tam bu esnâda, oranın zayıfladığını
fırsat bilen Kureyş ordusunun süvâri kolu kumandanı Hâlid ibn-i
Velid, 200 kişilik bir kuvvetle, dağ geçidinde kalan okçuları şehîd
etti. İslam ordusunun sol cenahından dolaşıp arkadan çevirdi ve
arkadan vurdu. İşte böylece harbin çehresi birden değişti. Gâlib
durumda olan Müslümanlar mağlup duruma düştü.
Bu hâl, Müslümanları
hayret ve şaşkınlığa düşürdü. Hâlid ibn-i Velid'in Müslümanları
arkadan çevirdiğini öğrenen Kureyş kaçmaktan vazgeçerek geri döndüler.
İki hücum arasında kalan Müslümanlar neye uğradıklarını bilemediler.
Ümitsizliğe düştüler. Düşmanlar kudurmuşlardı. Hz.Peygamber'in yanına
kadar gelmeği başarmışlar, Fahri Kâinât'ın etrafındaki Müslümanları
dağıtarak O'nun yanına kadar sokulmuşlardı.
Saad ibn-i Vakkas
(R.A.)'ın birâderi Utbe-t-übnü Ebî Vakkas, müşriklerin saflarında
idi. O da Peygamber Efendimiz'in çadırına kadar gelmişti. Attığı
taşlarla Allah Rasûlü'nün alt dudağı yaralandı ve alt çenesinin
sağ yanındaki rebaiyye (kesici) dişi kırıldı ve mübârek dişi şehîd
oldu.
İbni Kâmia'nın
kılıç darbesiyle Fahri Kâinât'ın sağ omuzu yaralandı ve yine onun
kılıç darbesiyle başındaki miğfer de parçalandı. Miğferin halkalarından
ikisi Rasûlüllah'ın şakaklarına, yanaklarına battı.
[Filhakikâ, Peygamberimiz'e
ezâ verenlerin hepsi de üzerlerinden sene geçmeden belâlarını buldular.
İbni Kâmia Uhud'dan ev halkının yanına döndüğü gün dağa ava gitmişti.
Dağda, kendisini bir dağ keçisi boynuzlayarak delik deşik etti.
İbni Şihab'ı Mekke yolunda ak benekli dişi bir yılan sokarak öldürdü,
Utbe ibn-i Ebî Vakkas'ı Hatıp ibn-i Ebî Beltea öldürdü.]
Peygamber Efendimiz'in
bulunduğu yerde, kılıçlar şakırdıyor, oklar sağnak sağnak yağıyordu.
Bunun üzerine Eshab, halka oluşturmuşlar, Ebû Dücâne de kendisini
kalkan yaparak, Peygamber Efendimiz'i koruyorlardı. Oklar O'na değmiyordu.
Düşman, onun canına kasdedip her taraftan, Alemlere Rahmet olan
Yüce Peygamberimiz'e oklar atarken, O'nun mübârek lisânından şu
duâ göklere yükseliyordu: "Yâ Rabbi! Kavmim câhildir. Sen
onlara hidâyet et. Onları affet. Çünkü onlar ne yaptıklarını bilmiyorlar".
İnsanlık târihinde
acaba başka böyle bir hâdise var mıdır?
O gün Ebû Tâlhâ,
bu sıkıntılı anlarda Peygamberimiz'in yanından hiç ayrılmamış, kendi
kalkanı ile O'nun mübârek yüzünü muhâfaza etmiştir. Rasûlüllah harp
sahasına bakmak istedikçe; "Aman, başınızı kaldırmayınız!
Olmaya ki, bir ok isâbet eder," derdi.
Sa'd ibn-i Ebû
Vakkas ise Allah Rasûlü'ne yaklaşan herkese durmadan ok yağdırıyor,
Rasûlü Ekrem de O'na kendi oklarını kendi eliyle vererek; "Bunları
da at!" diyor ve kendisi için duâ ediyordu. Sa'd ibn-i
Ebû Vakkas kendisine verilen okları müşriklere attıkça, hiçbirisi
Rasûlü Ekrem'in yanına yaklaşamıyordu.
Ümmü Emâre diye
anılan Nesibe Hâtun, harp sabahı eline su tulumunu almış, Müslümanlara
su dağıtıyordu. Kendisi Akabe'de Rasûlü Ekrem'e bîat edenlerdendi.
Bu defa zevci ve iki oğlu ile beraber Uhud gazâsında bulunup, su
hizmeti yanında, onların kahramanlıklarını da görmek istemişti.
Vaktâ ki Müslüman mücâhitleri iki taraftan gelen hücum arasında
kalıp şaşırınca ve arkasından hezîmet de başlayınca, elindeki su
tulumunu bırakmış, onun yerine bir kılınç alarak, Allah Rasûlü'nü
Kureyş'e karşı müdâfaa etmeğe başlamıştı. Son olarak İbni Kâmia
ile vuruşurken yaralandı.
Ebû Dücâne ise
Allah Rasûlü'nü müdâfaa ediyor, gelen saldırılardan O'nu korumağa
çalışıyordu. Bu esnâda sırtı kirpi gibi oklarla dolmuştu.
Düşmana şiddetle
karşı koyan Enes ibn-i Nadr, 70 kılıç darbesi yedikten sonra şehid
edildi. O'nu kız kardeşi ancak parmaklarından tanıyıp teşhis edebildi.
Uhud'da
Peygamberimiz'in Ubeyy ibn-i Halef'i Öldürmesi
Ubeyy ibn-i Halef,
Mekke'de Peygamberimize rastladıkça; "Yâ Muhammed! Benim
bir atım var, her gün ona 16 ölçek darı yediriyorum, bir gün gelir
onun üzerine biner seni öldürürüm!" diyordu.
Peygamber Efendimiz
de; "Belli olmaz, belki İnşaallah ben seni öldürürüm!"
buyururmuştu.
Ubeyy ibn-i Halef
Uhud'da, Hz.Peygamberimiz'in hayâtına son vermek için and içmişti.
Kardeşi Ummiyet'ibn-i Halef'in intikamını almak istiyordu. "Muhammed
nerededir?" diye bağırıyordu. "Gelsin de benimle
çarpışsın. Peygamberse beni öldürür." diyordu.
Peygamberimiz Uhud'da
çarpışırken arkasına dönüp bakmıyor, Sahabîlerine; "Ubeyy
ibn-i Halef'in arkamdan gelmesinden korkarım. O'nu gördüğünüz zaman
bana yaklaştırınız!" diyordu.
Peygamberimiz Şı'ba
geldiği sırada Ubeyy'ibn-i Halef'in atını gördü ve onu tanıdı. Ubey
ibn-i Halef; "Yâ Muhammed! Sen kurtulursan ben kurtulmayayım"
diyerek gelip kavuştu.
Peygamberimiz'in
yanında bulunan Sahabîleri; "Yâ Rasûlallâh! İçimizden birisi
ona karşı koysa, saldırsa olmaz mı?" dediler.
Peygamber Efendimiz;
"Bırakınız, gelsin o!" dedi.
Ubeyy'ibn-i Halef,
Peygamberimiz'in yanına kadar geldi. Eshâbı Kirâm, dayanamayarak
onun önünü kesmek istediler.
Peygamberimiz;
"Geri durunuz" dedi. Hemen Hâris ibn-i Sımmen'in
mızrağını eline aldı. Sonra Sahabîlerine kükremiş devenin silkinmesi
gibi silkindi. Onları devenin sırtından sineklerin uçup dağılışı
gibi etrafından dağıttı. Rasûlüllah'ın o sıradaki celâdeti hiç kimsede
yoktu.
Peygamberimiz davranınca
Ubeyy'ibn-i Halef dönüp kaçmağa başladı. Peygamberimiz ona; "Ey
yalancı nereye kaçıyorsun?!" dedi ve onu (boynunun miğferle
zırh yakası arasındaki kısmından) mızrakla vurup yaraladı. Şah damarını
kopardı. Ubeyy, sığır bögürür gibi böğürerek atından yere yuvarlandı,
kaburga kemiklerinden bâzısı da kırıldı. Müşrikler onu ordugâhlarına
getirdiler. Yarasının kanı çıkmıyordu. Ağrısı sızısı dayanılacak
gibi değildi.
Bunun için Übeyy;
"Vallâhi Muhammed beni öldürdü!" dedi.
Arkadaşları; "And
olsunki, sen aklını kaybetmişsin! Sendeki yaranın hiç ehemmiyeti
yok!" dediler.
Ubeyy ibn-i Halef
ise; "O bana Mekke'de «Seni ben öldüreceğim» demişti, Vallâhi
O benim üzerime tükürse yine beni öldürür!" dedi.
Ubeyy'ibn-i Halef
bir gün veya bir günün bir kısmı geçtikten sonra, Mekke'ye 6 mil
uzaklıkta bulunan Selef'e gelince öldü. Yolda giderken; «Susadım,
susadım» diye bağırdığı, bir adamın da «Su verme ona, çünkü
o Rasûlüllah'ın düşmanıdır» dediği rivâyet edilir.
Ayrıca Peygamber
Efendimiz, kılıncını parlata parlata yürüyen bir müşriki yaya olarak
karşılayıp; "En'en-Nebiyyü lâ kizib, En'ebnü Abdülmuttalib
lâ kizib. (Ben, Peygamberim! yalan yok! Ben, Abdulmuttalib'in oğluyum!
yalan yok!)" diyerek onu vurup öldürdü.
Sahâbenin büyükleri,
Allah Rasûlü'nün etrafında toplandılar ve O'nu düşmandan korumak
için beraberce dağa çıktılar.
Sahabenin
Peygamberimiz'in Etrafında Toplanmaları
Muhârebe nerede
ise bitmek üzere idi. Rasûlü Ekrem, maiyyetindeki Müslümanlara,
Uhud vâdisine toplanmalarını emretti. Bütün Müslümanlar Uhud vâdisinde
toplanmışlardı. Hz.Ali Rasûlü Ekrem'e su götürmüştü. Rasûlü Ekrem
orada namazını kıldı.
Müminler emniyetli
bir yere çekilince ilk iş olarak Peygamberimiz'in tedavisi ile meşgul
oldular. Mubarek yüzüne batan iki zırh halkasını Ebû Ubeyde'tibni'l
Cerrah dişleri ile çıkardı. Çıkarırken de kendi dişlerinden ikisi
düştü.
Müşrikler, bitirmekte
oldukları işi yarım bırakmak istemediler ve Uhud dağına tırmanıp
Müslümanları tamamen ortadan kaldırmak istiyorlardı. Bu hâli gören
Rasûlü Ekrem Allâh'a şöyle yalvardı; "Yâ Rab! Artık oraya
çıkmasınlar!"
Allâhü Teâlâ, Habîbinin,
Kâinâtın Efendisi'nin duâsını kabul etmişti. Müşrikler bütün uğraşmalarına
rağmen bir türlü istedikleri yere çıkamıyorlardı. Çıkamayacaklarını
anladıkları zaman, bu işten vazgeçtiler. Bu arada Hind ve etrafındaki
kadınlar muhârebe arasındaki şehidlerin kulaklarını ve burunlarını
kesip kendilerine gerdanlık yapıyorlardı.
Muhârebe sona ermiş
sayılırdı. Fakat, Ebû Süfyan hâlâ şüphe içerisinde idi. Çünkü Rasûlü
Ekrem'in ölüp ölmediğini bilmiyordu. Bunu öğrenmek maksadıyla, bulunduğu
tepeden; "İçinizde Muhammed var mıdır?" diye bağırmağa
başladı.
Üç defa tekrarladı,
cevap verilmedi.
Bu sefer: "Peki!
içinizde Ebû Bekir var mıdır?"
Buna da cevap verilmedi.
Bu defa; "İçinizde
Ömer ibnil Hattab var mıdır?" diye sordu.
(Rasûlü Ekrem,
Eshâbı Kirâm'a; "Sakın sesinizi çıkarmayınız" diye
buyurmuştu.)
Sorulan suale cevap
gelmeyince, Ebû Süfyan rahatlıyordu, ölmüşler sanıyordu. Kendi kendine
şöyle dedi: "Eğer sağ olsalardı elbette cevap verirlerdi.
Cevap vermediklerine göre öldüler, artık biz kazandık, yapılacak
bir şey kalmadı, geri dönebiliriz".
Amma Hz.Ömer dayanamadı.
Olduğu yerden bağırmağa başladı. "Yalan söylüyorsun Ebû
Süfyan, söylediğin bütün şahıslar yaşıyorlar. Senin hakkından muhakkak
geleceklerdir".
Ebû Süfyan şaşırmıştı;
"Muhârebe nöbetledir. Bugün Bedir gününün karşılığıdır."
diyordu.
Hz.Ömer kızmağa
başlamış; "Hayır, çünkü sizin ölüleriniz cehenneme, bizim
şehidlerimiz cennete gitmişlerdir. Aramızdaki fark bundan ibârettir."
dedi.
Bunun üzerine Ebû
Süfyan; "Beri gel, ya Ömer!" dedi.
Hz.Ömer, Rasûlü
Ekrem'den müsâde aldıktan sonra, ileri gitti. Ebû Süfyan'ın ne diyeceğini
merak ediyordu. Ebû Süfyan: "Yâ Ömer! Allah için doğru söyle,
biz Muhammed'i katlettik mi?".
Hz.Ömer bu soruya
şöyle cevap vermişti: "Hayır! Allâh'a yemin ederim ki hayır!
Rasûlü Ekrem şimdi senin söylediğin sözleri duyuyor".
Bunun üzerine Ebû
Süfyan; "Ben sana İbni Kâmia'dan daha fazla inanırım. Sen
yalan söylemezsin." dedi.
Ebû Süfyan artık
muhârebe edecek durumda değildi. Bunun için atını geri çevirdi.
Mekke'ye döneceklerdi. Son defa olarak; "Gelecek sene Bedir'de
buluşalım" dedi.
(Hz.Ömer, Rasûlü
Ekrem'e bakmıştı. Rasûlü Ekrem «olur» anlamında başını sallayınca;)
Hz.Ömer de; "İNŞALLAH" diye cevap verdi.
Müşrikler gâlip
durumda idiler. Amma korkuyorlar, ne yapacaklarını bilemiyorlar,
birbirlerinden bile çekiniyorlardı. Çünkü, karşılarında bulunan
orduda kendi akrabâları bile vardı. Onlardan birini öldürmek, düşman
kazanmaktan başka bir şey değildi.
Rasûlü Ekrem'in
her tarafı tozdan berbat olmuştu. Amma Allâh'ın sevgilisi kendisini
düşünmüyor, etrafında savaşan insanların varlığını öğrenmek istiyordu.
Peygamber Efendimiz
ibn-i Mesleme'ye dönerek; "Acaba Sa'd ibn-i Rebiğ ne hâldedir?
Şehitler arasında mıdır? Yoksa yaralı mıdır? O'nun durumundan bana
haber getiriniz. Çünkü on müşrikle çarpıştığını gördüm."
buyurdu ve eliyle vâdînin bir köşesine işâret ederek; "Ben
onu bir ara orada görmüştüm!" dedi.
Ensardan Muhammed
ibn-i Mesleme Peygamber Efendimiz'in işâret ettiği tarafa doğru
gitti. Her tarafa baktı. Bulamadı. Şehitlerin ve yaralıların yanına
gitti. Aramağa başladı. Belki ağır yaralıdır, kendisine yardım lâzımdır
düşüncesiyle nihâyet; "Ey Sa'd! Beni Rasûlü Ekrem gönderdi.
Neredesin? Şehitler arasında mısın? Yaralılar arasında mısın? Ses
ver." diye çağırmağa başladı.
Rasûlüllah'ın ismini
duyan Sa'd; "Buradayım, yaralılar, şehidler arasındayım."
diye, inilti şeklinde seslenebildi.
Muhammed ibn-i
Mesleme tekrar bakınmağa başladı. Nihâyet kulağına gelen sesin sâhibini
buldu. Vücudu yaralar içerisinde olup, yüzü hâlâ gülüyordu. Henüz
ruhunu teslim etmeden Mesleme onun yanına kadar gelebilmiş ve yerden
başını kaldırarak konuşmasını sağlamıştı.
Sa'd şöyle buyurdu:
"Rasûlüllah'a benim selamımı ilet. Şu anda cennet kokularını
duyuyorum. Kavmim Ensar'a da selamımı söyle; Peygamberimiz'e ihlasla
bağlılık ve itaat hususunda kirpikleriniz kımıldar oldukça son derece
gayret ediniz. Değilse, Allah katında mâzur olamazsınız."
ve gözlerini kapatarak vefât etti. Ensarın en ulularından biri olan
Sa'd, Rasûlü Ekrem'e Akabe'de biat etmiş, dîn-i mübinin yüceliğini
orada kabul edip, kendi kavmine yaymak için vazîfe bile almıştı.
Mesleme, O'nun
yanından ayrılarak verilen vazîfeyi yaptığını bildirmek üzere, Rasûlü
Ekrem'in yanına gelip Sa'd'ın şehid olduğunu ve selâmını Rasûlü
Ekrem'e ilettikten sonra gözleri yaşarmıştı. Bunun üzerine Rasûlü
Ekrem Sa'd hakkında; "Yâ Rab! Sen Sa'd'dan razı ol"
diye duâ etmişlerdi.
Rasûlü Ekrem muhârebe
sahasında dolaşmağa başlayıp şehîd olan Müslümanları kontrol ediyor
ve üzüntülerini ifâde ediyorlardı. Bir ara amcası Hz.Hamza'yı gördü.
Hâlinden şiddetle müteessir oldular. Kulakları kesilmiş, karnı hunharca
deşilmişti. Tanınmayacak hâlde idi. Bu hâle Rasûlü Ekrem o kadar
üzüldüler ki şimdiye kadar böyle üzülmemişlerdi. Gözleri yaşlarla
doldu.
Peygamberimiz,
Hz.Hamza'nın cesedinin başına dikilerek; "Hiçbir zaman,
senin kadar musibete uğranmamış ve uğranmayacaktır. Ben, bunun kadar
beni gazaplandıran bir yerde de durmamışımdır, Ey Rasûlüllah'ın
amcası!
Ey Allâh'ın
ve Rasûlüllah'ın arslanı Hamza!
Ey hayırlar
işleyen Hamza!
Ey üzüntüleri
gideren Hamza!
Ey Rasûlüllah'ı
koruyucu olan Hamza!
Allah
sana rahmet etsin! İyi bilirim ki; Sen, hısım ve akrabâlık haklarını
gözetir, dâimâ hayırlı işler işlerdin. Eğer senden sonra yas tutmak
gerekseydi, sevinmeği bırakıp sana yas tutardım..." diye
hitâbede bulundu.
Hz.Hamza, halkı
tarafından sevilir ve sayılırdı. Müslüman olduktan sonra Müslümanlar
rahat etmişlerdi. Peygamber Efendimiz bundan dolayı Hz.Hamza'yı
çok severlerdi. Allâh'ın arslanı olan Hz.Hamza, Rasûlü Ekrem'den
iki yaş büyüktü.
O sabah iki mübârek
Sahâbi'den Sa'd ibn-i Ebî Vakkas (R.A.) şöyle duâ etmişti: "Yâ
Rab! Bir büyük düşmana rastlayarak onunla cenk edeyim, gâlip geleyim,
O'nu yerle bir edeyim." Böyle niyet etmiş, böyle duâ etmiş,
böyle yalvarmıştı. Cenâb-u Hakk O'nu niyetine ulaştırdı.
Abdullah ibn-i
Cahş (R.A.) ise şehidlik, Allâh'a vuslat ve O'nun yüce makâmına
ermek için; "Yâ Rab! Büyük bir düşmanla cenk edeyim, O beni
şehid etsin, kulaklarımı burnumu kessin, Sen bana «kulakların ve
burnun nerede?» dediğin zaman, Senin ve Peygamberin'in uğruna kesildi
diyeyim." diyerek yalvarmıştı.
Sa'd ibn-i Ebî
Vakkas, O'nu şehidler arasında bu halde görünce şaşırmıştı. Çünkü,
Allah'dan istediklerini elde edenlerden biri de O idi. Abdullah
ibn-i Cahş ise bu sıralar henüz 40 yaşını yeni doldurmuştu.
Uhud harbinde müşriklerden
20 ile 30 kadarı öldürüldü. Müslümanlar 70 şehid verdiler. Rasûlü
Ekrem, şehidleri öylece gömmeği emretti. Çünkü, şehidler üzerinde
hangi elbiseleri varsa öyle gömülüyorlardı.
Allâh'ın
Nusreti ile Mağlubiyetten Galibiyete
Müslümanlar, büyük
bir üzüntü içinde Medîne'ye döndüler. Bu üzüntüye Hz.Peygamber'in
emirlerini dinlemediklerinden kendileri sebebiyet vermişlerdi. Medîne'deki
yahûdîler ve münâfıklar bu mağlubiyete sevinmişlerdi. Bu, Hz.Peygamber'e
ağır geldi. Ayrıca müşriklerin geri dönüp Medîne'ye bir baskın yapmaları,
saldırı düzenlemeleri ihtimali de vardı. Hatta müşriklerden Ebû
Cehlin oğlu Ikrime, kumandanları Ebû Süfyan'a bunu teklif de etmişti.
Peygamber Efendimiz,
Müslümanların zayıf düşmediğini hem yahûdîlere hem de müşriklere
göstermek için, yaralı ve yorgun olduğu halde düşmanı tâkip etmeğe
karar verdiler. 16 Şevval, harbin ertesi pazar günü Rasûlü Ekrem,
Bilâl-i Habeşî Hazretlerine; "Dön! Uhud harbinde bulunanlara
haber ver. Hemen toplansınlar. Düşmanın peşine düşeceğiz"
buyurdu.
Bilâl-i Habeşî,
kendisine verilen vazîfeyi her zaman olduğu gibi yerine getirmişti.
Çünkü, harpte olup da bu çağrıya gelmeyen yoktu. Bütün Müslümanlar
mescidin yanında toplandılar. Rasûlü Ekrem orada Medîne muhafızlığına
Ümmü Mektüm (R.A.)'ı tâyin ederek sancağı Hz.Talha (R.A.) hazretlerine
verdi. Bu, hemen yola çıkacaklarına işâret ediyordu. Rasûlü Ekrem
de muhârebede yaralanmıştı. Böyle olduğu halde atına binerek 630
kadar İslam mücâhidi ile yola çıktı. Medîne'ye sekiz mil mesâfede
bulunan Hamrâ-ül'Esed mevkiine geldikleri zaman konaklamağa karar
verdiler. Orada üç gece söndürmeksizin ateş yakarak, tereddüt içinde
olan düşmana karşı kuvvetli ve kalabalık olduklarını gösterdiler.
Mekkeliler, Uhud'dan
çekilmişler, Revha'ya gelmişlerdi.
Hz.Peygamberimiz
arkalarından bir gözcü gönderdi ve; "Git bak! Eğer develere
biniyorlarsa Mekke'ye gidiyorlar, yok atlara biniyorlarsa Medîne'ye
saldıracaklardır." dedi.
Haberci, develere
bindiklerini söyledi.
Fakat, Mekkelilerde
bir tereddüt vardı. Kimisi harp için geri dönülsün istiyorlardı.
Ebû Süfyan da Müslümanlardan korkmağa başlamıştı. Müşrikler hemen
toplanıp Mekke'ye doğru hareket ettiler. Açık açık kaçıyorlardı.
Müslümanlar Uhud'da mağlup olmuşken gâlip duruma geçtiler.
Rasûlü Ekrem ve
ordusu müşriklerin kaçtığını öğrenince, sevinçlerinden ilâhî söyleyerek
Medîne'ye döndüler.
Uhud
Harbinden Alınan Târihi Ders
Uhud Harbi neticesinde
müslümanların aldığı târihi ders; her hâlükârda mutlak surette emre
itaatın lüzûmudur. Zîra, düşman süvârisini karşılamak üzere yerleştirilen
okçulara, Peygamberimiz tarafından; "Ben emir vermedikçe
yerinizden ayrılmayınız" buyrulduğu hâlde onların, daha
yeni olmalarından, emre itaatın mutlak surette lüzûmunu bilemeyerek,
harp kazanıldı zannıyle yerlerinden ayrılıvermeleri mağlûbiyete
sebep olmuştur.
Kuzman'ın
Müslüman Askerler Arasında Çarpışarak Gösterdiği Yararlıklara Rağmen
Cehennemlik Oluşu
Kuzman, Uhud Muhârebesine
çıkmaktan kaçınmıştı. Kadınlar O'nu; "Sen, yoksa kadın mısın!?"
diye ayıplayınca, arlanarak kılıncını ve yayını alıp harbe koştu.
"Ey Evs Hânedanı! ölmek, sizin için, utanmaktan, kaçmaktan
hayırlıdır. Siz de benim yaptığım gibi şeref ve şan için çarpışınız."
diyerek müşriklerin ortasına kılıçla daldı. Müşriklerden, Hâlid
ibn-i Alem'i, tepeden tırnağa kadar demir zırha bürünmüş olduğu
halde, omuzuna indirdiği bir kılınç darbesiyle göğsüne kadar yardı.
Vâil ibn-i As'ı da bir vuruşta yere serdi. Yine müşriklerden 7-8
kişi daha öldürdü. Kendisi de yaralanarak Zaferoğullarının evine
getirildi.
Uhud harbinden
önce, Kuzman'ın adı anıldıkça, Peygamber Efendimiz; "O,
cehennemliktir!" derdi.
Müslümanlardan
birisi ona; "Ey Kuzman! Seni tebrik ve Cennet'le tebşir
ederim. Vallâhi, bugün senin uğradığın musîbet sana Allah'dandır."
deyince,
Kuzman; "Ne
diye tebrik ve tebşir ediliyorum?! Vallâhi ben, Kavmimin gayretinden
başka bir maksadla çarpışmadım. Böyle olmasaydı, çarpışmazdım!"
dedi. Yaralarının sancısı şiddetlenince de ok çantasından bir ok
alıp kolunun damarını keserek intihar etti.
Peygamberimiz,
Kuzman'dan bahsedildiğinde, onun hakkında; "Şüphe yok ki
Allah bu dîni, fâcir bir adamla da te'yid eder" buyurmuştur.
Hz.Ali'nin oğlu
Hz.Hasan dünyâya geldi.
Hz.Peygamberimiz,
Hz.Ömer'in kızı Hz.Hafsa ile evlendi.
Hz.Osman'ın birinci
zevcesi Rukiyye vefât ettiğinden, yine Peygamber Efendimiz'in kızı
Ümmü Gülsüm ile evlendi. Böylece Peygamber Efendimiz Hulefâ-i Râşidîn'in
ikisine kız vermiş, ikisinin kızıyla evlenerek sıhriyet bağları
kurmuştu.
Kumar ve içki haram
kılındı.
Uhud'dan sonra,
çöldeki kabîlelere zaman zaman müfrezeler çıkarılmış, Uhud mağlubiyetinden
cesâretlenip bir saldırı düşünmemeleri için onlara gözdağı verilerek
yıldırılmış, Medîne'ye saldırmaları önlenmiştir.
Lihyanoğullarının
Hîlesi ve Reci Seriyyesi
Lihyanoğulları,
komşuları Adal ve Kare kabîlelerine giderek, «zekâtlarını vermek
ve İslâmiyete dâvet etmek üzere Eshâbından bâzılarını, kendilerine
göndermesi için» Rasûlüllah'a ricâda bulunmalarını istediler. (O
sırada Abdullah ibn-i Üneys, Hâlid ibn-i Süfyan'ı öldürmüştü.) "Gelecek
olanlardan bâzılarını adamımıza karşılık öldürür, öcümüzü alırız.
Ötekilerini de Mekke'ye Kureyş'e götürür satarız. Kureyş'in, Bedir'de
öldürülen adamlarına karşı, Muhammed'in Eshâbından kendilerine getirilecekleri,
işkence ile öldürecekleri kadar hoşlarına gidecek bir şey yoktur."
dediler.
Bunun üzerine Adal
ve Kare kabîlesinden Müslüman olduklarını söyleyen bir heyet Medîne'ye
gelerek; "Yâ Rasûlellah! İslâmiyet kabîlemiz içinde yayılmağa
başladı. Eshâbından bâzılarını bizimle birlikte gönder de onlar
bize dîni iyice anlatsınlar, Kur'ân okusunlar ve İslam şerîatını
öğretsinler!" diye dilekte bulundular.
Bunun üzerine Peygamber
Efendimiz, onlarla birlikte Eshâbından Mersed bin Ebi Mersed kumandasında
yedi kişi [1] gönderdi. Bu İslam fedâi birliği
Reci suyu başına vardıklarında, kendilerini götürenlerin ihânetine
uğradılar. Adal ve Kare kabîlesi heyetinden birisi, bir bahâne ile
yanlarından ayrılıp, Müslümanların geldiğini Lihyanoğullarına haber
verdi.
Lihyanoğullarından
100'e yakın kişi, bu İslam fedâi birliğini öldürmek için geldiler.
Onlar da dağa sığınmışlardı. "Teslim olun size bir şey yapmayacağız.
Hiçbirinizi öldürmeyeceğiz. Fakat, size karşılık olarak, Mekkelilerden
bir şeyler koparmak istiyoruz." dediler.
Mücâhitler teslim
olmayıp çarpıştılar ve şehîd oldular. İçlerinden Hubeyb ibn-i Adiyy,
Zeyd ibn-i Desinne, Abdullah ibn-i Târık, öldürülmeyeceklerine dâir
kesin söz alınca, dağdan inip teslim oldular. Fakat, onlar sözlerinde
durmadılar. Mekke'ye götürüp müşriklere sattılar. Müşrikler de,
Bedir'de ölenlerine bedel olarak onları fecî işkence ile şehîd ettiler.
Bi'ri
Maûne (Maûne Kuyusu) Hâdisesi
Kilâb kabîlesinden
Ebû Berâ Ömer ibn-i Mâlik Peygamber Efendimiz'e gelerek; "Ey
Allâh'ın Rasûlü! Eğer Necid ahâlisine Müslümanlardan bâzılarını
gönderirsen, oradakiler de Müslüman olur." demişti.
Peygamberimiz;
"Ben Necidlilere pek güvenmem, Eshâbıma kötü muâmele edebilirler."
deyince, Ebû Berâ, gönderilecek irşad heyetini koruyacağına dâir
teminat verdi.
Bunun üzerine Rasûlü
Ekrem, Ebû Berâ'nın birâderzâdesi Ömer ibn-i Tufeyl'e bir mektup
gönderdi. Kur'ân-ı Kerîm'i öğretmek ve onları irşad etmek için Ensârın
ulularından Münzir ibn-i Amr (R.A.) kumandasında, kırk kişilik bir
kâfileyi safer ayında Necid ahâlisine gönderdi.
Kâfile, Medîne'ye
dört konak mesâfede olan Bi'ri Maûne isimli yere gelerek, burada
konakladılar. İçlerinden birini, Ömer ibn-i Tufeyl'e göndererek,
Peygamberimiz'in mektubunu sundular. Kâfir, mektuba nazar etmeden,
onu getiren Sahâbiyi şehîd etti. Etrafındaki kabîlelerden adam toplayarak
Ebû Berâ'nın verdiği söze rağmen, uzaklarda bekleyen Sahâbilerin
üzerine yürüdü. İrşad için gönderilmiş olan bütün bu mürşidleri
kılıçtan geçirdi. İçlerinden yalnız bir tanesi sağ kurtulmuş ve
Medîne'ye dönmüştü.
İşte bâzı kabîleler
verdikleri sözden dönerek, müşriklerin ve yahûdîlerin kışkırtmaları
ile böyle hıyânet etmişlerdi.
Beni
Nâdir Gazası
Yahûdîler, târih
boyunca fesat yuvası olmuş ve devamlı insanları birbirine katmış,
dâima münâfıklıklarını her yerde göstermişlerdir.
Benî Nâdir, yahûdî
milletinden ve Harun (A.S.) neslinden gelen bir kabîledir. Bu kabîleden
bâzı kimseler, Rasûlü Ekrem'e inanmışlardı. Amma diğerleri inanmak
istemedikleri gibi, yapılan savaşlarda müşriklere katılanları da
vardı. Medîne'ye iki mil mesâfede olan bu belde, sağlam hisarlarla
çevirilmiş olduğu için, dışardan gelecek her türlü tehlikeyi önlemiş
sayılırlardı.
Bunlar, Müslümanlarla
bir anlaşma imzalamışlardı. Buna göre, Müslümanların aleyhinde konuşmayacaklardı.
Fakat, içlerinden Müslümanlara karşı büyük bir haset ve kin duyuyorlardı.
Anlaşma gereğince Müslümanlardan, Amr'ibn-i Ümeyye'nin çölde Amr
kabîlesine mensub iki adamı hataen öldürmesi üzerine, onların diyetini
ödemeğe benî Nâdir kabîlesinin de iştirak etmesi gerekiyordu. Bunun
için Allah Rasûlü yanında büyük Sahâbelerden olduğu halde, Benî
Nâdir kabîlesine gitti. Bu mevzûu konuşmak üzere bir duvarın kenarına
oturdular.
Allah Rasûlü, onların
bu diyeti vermek istemediklerini anladı ve vaziyetten şüphelenmeğe
başladı. Benî Nâdir yahûdîleri Peygamberi öldürmek için bir sûikast
hazırlıyorlardı. Rasûlü Ekrem'in gölgesinde oturduğu evin damından
Peygamberin başına büyük bir taş atmak için bir adam göndermişlerdi.
Peygamber Efendimiz, bundan haberdar olarak derhâl oradan ayrıldı
ve Medîne'ye döndü.
Bir müddet sonra,
Allah Rasûlü Medîne'den Muhammed ibn-i Mesleme'yi elçi olarak Benî
Nâdir'e gönderdi. Onunla şu emirleri tebliğ etti: "Antlaşmayı
bozduklarından, peygambere karşı sûikast hazırladıklarından dolayı,
on gün zarfında memleketlerinden çıkıp başka bir yere gitmeleri
emrolunuyordu. Aksi halde boyunları vurulacaktı".
Bu emir üzerine
Benî Nâdir, yaptıklarından pişman oldukları halde ne yapacaklarını
bilemediler. Önce memleketlerinden uzaklaşmağı kabul ettiler. Fakat,
münâfıkların reîsi Abdullah ibn-i Übeyy, kendilerine bir elçi göndererek,
2000 kişi ile yardım edeceğini, yurtlarından çıkmamalarını söyledi.
Bu yardım neticesinde onların kalelerini koruyacaklarını bildirdi.
Abdullah ibn-i Übeyy yalan söylediği halde, onlar bu habere inandılar.
Hased
ve Kibirden Gelen Münâfıklık Hastalığı
Abdullah ibn-i
Übeyy, Allah Rasûlü Medîne'ye gelmeden önce kavminin reîsi idi.
Daha sonra insanlar ondan ayrılıp Allâh'ın Peygamberine bağlandıklarında,
haset onun kalbine yerleşmişti. Amma o hakikatte müslüman değilken
İslam olduğunu açıkladı. Kinini ve küfrünü gizledi. Medîne'de kaybettiği
mevkiini geri almak için, Allah Rasûlüne hîleler yapmağı düşünüyordu.
İşte bunun için Uhud gününde kendi karakterine uygun olan münâfıklara;
"Muhammed iki çocuğa inandı da benim fikrimi kabul etmedi.
Ben de O'nunla birlikte olup harp etmeyeceğim." dedi ve
Medîne'ye döndü.
Ayrıca bu adam
Kaynuka kabîlesinin de yurtlarını terkinde müdâfaalarında bulunmuştu.
İşte bu gün de Ben-î Nâdir yahûdîlerini müdâfaa etmek istiyordu.
Bunun için Benî Nâdir reislerinden, Huyey ibn-i Ahtab şöyle diyordu:
"Hayır, memleketimizi terketmeyeceğiz. Muhammed dilediğini
yapsın, kalelerimiz muhkem, yanımızda bir yıllık yiyecek var,
Muhammed de bizi bir yıl muhâsara edemez."
Böylece, on gün
dışarı çıkmadılar. Allah Rasûlü, onların bu durumu karşısında yirmi
gün kalelerini muhâsara etti. Abdullah ibn-i Übeyy'den de yardımın
gelmediğini gören Benî Nâdir reisleri, kurtulmaktan ümitlerini kesince,
anlaşmaya çağırmışlardı. Allah Rasûlü onlara, silahtan başka yiyecek
maddelerinden ve diğer ihtiyaçlarından götürebildikleri kadar götürmelerine
izin verdikten sonra, onları oradan çıkardı. Onlardan kalan arâziyi
Muhâcirlere ve Ensardan fakir olanlara tevzî etti.
Bu yılda, yani
hicretin dördüncü yılında Hz.Ali'nin oğlu Hz.Hüseyin doğdu.
Hz.Peygamber Efendimiz'in,
yahûdîlere güveni kalmadığından Zeyd ibn-i Sâbit'e İbrâni dilini
öğrenmesini emretmişti. O da hemen onbeş günde öğrenmişti. "Süryâniceyi
de öğren. Bana o dilde de bâzı mektuplar geliyor." buyurduğundan,
onu da onyedi günde öğrenmişti.
|